“…/ En ağırbaşlısının bir zili eksik belli!/ Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük./ Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!/ Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak…/ -Yaşasın!/ -Kim yaşasın/ -Ömrü olan./ -Şak! Şak! Şak!/”

       “…/ Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa,/ Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa,/ Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli;/ Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli./ Dalkavuk devri değil, eski kasâid yerine,/ Üdebânız ana avrat sövüyor birbirine!/ Türlü adlarla çıkan nâmütenâhî gazete,/ Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete./ …/ Nesl-i hâzır bunu hürriyet-i vicdan sanıyor!/ Kadın, erkek koşuyor borç ederek Avrupa’ya/…/Vatanın tâkati yoktur yeniden ihmâle:/ Dolu dizgin gidiyor baksana izmihlâle!/ Ey cemâat, uyanın, elverir artık uyku!/ Yok mu sizlerde vatan nâmına hiçbir duygu/ Düşmeden pençesinin altına istikbâlin,/ Biliniz kadrini hürriyyetin, istiklâlin./…/ Yoksa, onsuz ne şu dünyâ kalır İslâm’a, ne din…/ Kuşatır millet-i mahkûmeyi hüsrân-ı mübin./ Müslümanlık sizi gâyet sıkı, gâyet sağlam,/ Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlıyamam,/ Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?”

       Son aylarda yaşadığımız olaylar bizi çok yormuştu. Akif’in, Safahat’ını dikkatle yeniden okumaya başladım. Yukarıdaki bölümleri, yazdığım yazılarımda, konuşmalarımda bıkmadan kullanırken, gençlere bazı bölümleri fotokopi yaparak dağıtmaya başladım. Gazetecilerimiz, siyasilerimiz, halkımız, İstiklâl Marşı şairimizi çok sevdiklerini söylerler. Mısralar tesir etseydi son aylarda yaşananları taraf tutmadan düşünebilir, söyleyebilirdik.

       Bir sabah ünlülerin evinde yapılan aramalarda, ayakkabı kutularının içindeki paralar ve para sayma makinelerinin görüntüleriyle uyandık. Bu şaşkınlık içindeyken, siyasiler, bazı basın mensupları, “Bu bir komplodur!” diyordu. Bir memur çocuğu olan ben, ayakkabı deyince pazardan alınıp bir poşete konan ayakkabımı hatırladım. Benim hiç ayakkabı kutum olmadı. Babam maaşını getirdiği gün, annemle ev kirasını, elektrik, su, doğalgaz harcamalarını ayırdıktan sonra geri kalan paraya bakarken, annemin gözlerinin buğulandığını, bizlerle göz göze gelmemeye çalıştığını hatırlarım.

      Para makinelerinin evlerde olabileceğini ancak filmlerde görebilirdik. Ve ben, parası olanların paralarını bankalara yatırdıklarını sanırdım. Bir ay içinde olanları televizyonlardan seyrederken çocukluğumu yaşayamayacağımı anlamıştım.

       Çocukluğunu yaşamak isteyenlerin evine bir hırsız gibi girip kalplerini kırmaya hakkımız var mıydı? Başbakanlık Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın “Orduya kumpas kurulmuştur” sözleriyle siyasiler, basın mensupları bir uykudan uyandı, geçmişte söylediklerini, yazdıklarını unutarak “kumpas”ı çözmek için çareler aramaya başladılar. Kumpas devrindeki savcı alkışlarla taltif edilirken, aynı savcı başka bir kumpasın içinde olmakla suçlanıyordu. Beraber yürürken bu tehlikeleri sezmeyen, sezse de susan basın danışmanı, önce yetkilileri yanılttıkları için milletten özür dilemeliler, dilemek yetmez, bir daha tarafsız olarak, yazmaya, düşünmeye Allah’ın huzurunda yemin etmeliler. “Hükümet yanlısı ve hükümete karşı olanlar” diye ikiye ayrılmıştı, zaman zaman da olayları objektif değerlendirmeye çalışanlara “Ergenekon’cu” denmişti. Bir sabah kalkınca manşetler değişti. Aynı safta olanlar değişmişti. Birbirlerine söyledikleri yenir yutulur gibi değildi. Beraber yürünen yollarda beraber rahat yaşamışlar, beraber paylaşmışlar, beraber gezmişler, sonra hayretle birbirlerini tanımıyormuş gibi yollarını ayırmışlardı. Bütün fatura o yollarda beraber yürümeyen halka ödetilecekti ve memur çocuğu “Bütün faturaları biz ödemeyelim” diye haykıracaktı.

       Geçen hafta A Haber’de Fatih Çıtlak’ın programında konuktum. Son olaylar ekranda yer alıyor, sonra yorumlamamız isteniyordu. Ben yıllardır Haber Ajanda’da yazdığım yazılarımda mümkün olduğunca tarafsız olmaya çalışmış, hükümetin, belediyelerin, siyasilerin başarılı işlerini takdir ederken, bana göre yanlış veya eksik olanları da yazmıştım.

       Basın mensuplarının bu işe başlarken Allah’ın huzurunda doğruları söyleyeceğine ve yazacağına yemin etmesi gerekir. Yemine uymayanlar günahlarına razı oluyor demektir. Önlerine geçmişte yazdıkları konursa, kuldan damı utanmayacaklardır?

A Haber’de olayları değerlendirirken, olayları, geçmişi, hükümetleri de düşünerek cevap vermek isterim. İktidar ve muhalefet başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları ve bakanların listelerini yaparken, listede yer alanların vasıflarını düşünerek yapmışlarsa başarılı olurlar. Hesaplar üzerine yapılan listeler, başkanları zor durumda bırakır. Faturasını da halk öder. 

       Gelecek günlerde, liyakate bakılarak seçimler yapılabilir. Ücretli danışmanlar, parti başkanlarını yanıltır. Gönlüm, iktidar ve muhalefet başkanlarının partili olmayan, menfaat gözetmeyen ücretsiz, yollarına devam etmesinden yanadır düşüncesinde olduğumu söylemiştim.

       Gazeteci örneğim, Ahmet Kabaklı Hoca, İlhan Bardakçı’dır. Ben KabaklıHoca’nın izinden gitmekle doğru yolda olduğuma inanırım. Hoca’nın zaman zaman Erbakan’ı da acımasızca eleştirdiğini hatırlarım.

       Zemzem ve Bevval yazsısının son bölümünü hatırlayalım: “Milli demek, İslam’la Türk’ün kaynaşmış varlık ve birliğini, hiçbir çıkar pahasına, hiç kimseye, hele hele Türk ve İslam düşmanlarına çiğnetmemek demektir. Türkiye gibi, Kerkük, Batı Trakya, Balkanlar, Rusya, İran, Kızıl Çin Müslümanları da bunu böyle biliyorlar. Siz ki daima Milli Görüş lafı edersiniz, Irak dönüşünde o acıklı, o iftira ve Baas kokan sözler midir Milli Görüş? Baas’ın yürüttüğü Hıristiyan, Arap ırkçılığına ve bu partinin mali, siyasi vaatlerine düşmek midir Milli Görüş? Türk ve Müslüman düşmanlığında Baas’çılarla aynı dili kullanmak Milli Görüş olamaz.”

       Dileğimiz, ülkenin gazetecilerinin bu dürüstlükte olmasıdır.

/Haber Ajanda Dergisi – Ocak 2014

Önceki İçerikTarih Üzerine
Sonraki İçerikBizde Sitem Tezgâhı Var