ÖNSÖZ
Gözlerimi kapıyorum ve düşünüyorum, geçen yılları hatırlamaya çalışıyorum. Yaşadığım her an hayatıma bir renk katmış; acıları, sevinçleri, güzellikleri yaşarken, insanları tanımaya ve anlamaya çalışmışım. Yûnus‘un mısraları bana yoldaş olmuş:
Ben gelmedim dâvi için
Benim işim sevi için
diyebilmenin yollarını aramaya çalışırken yıllar geçmiş…
Bilecik, gözlerimi hayata açtığım, dört yaşıma kadar yaşadığım şehir. Şehrin manevi havasını hâlâ rûhumda hissederim. Sonra babamın memleketi olan Elazığ’a gidişimiz, şu mısralarda şekillenen yıllarım:
Çocuk gönlüm kaygılardan âzâde,
Yüzlerde nur, ekinlerde bereket…
Babamın anlattığı ibret verici kıssalar, yüksek sesle okuduğu şiirler, Pazartesi-Perşembe geceleri okunan Yâsinler, duâlar…
Karlı kış gecelerinde akrabaların, komşuların beraberliğiyle yapılan sohbetler, üstüne zencefil ve tarçın ekerek içtiğimiz salebin kokusu hâlâ burnumda. Hayatımda özel yeri olan ilkokul ve lise öğretmenlerim…
Neden o yılların insanlarını hep güzellikleriyle hatırlıyorum? O insanlar güler yüzlüydü, yardımseverdi, vefâkârdı. Yaşadığım maddî ve mânevî güzelliklerini anlatmaya çalışırken, yazarken, hayal dünyamda çıkış yolları arıyorum.
Liseyi bitirince üniversitede okumam için annemle İstanbul’a gelişimiz, Üsküdar İhsaniye Mahallesi’ndeki ahşap evimize yerleşememiz, gurbeti rûhumda hissettiğim; İstanbul hanımefendilerini, beyefendierini tanıdığım yıllar…
Şiiri, mûsıkîyi seven, güzelliklere âşık olan annemin ev temizliğindeki titizliği, görgü kuraları konusunda tavizsizliği, o yıllarda beni hayli yormuştu. Oysa yaşadığımız her kuralda İslâmiyet’in bir emri yaşanıyordu. Yaşanılan güzellikler konusunda İstanbul ile Elazığ’da yaşananların bir farkı yoktu.
Sonra üniversitenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde okuduğum şanslı yıllarım. Edebiyat fakültesinin altın devrini yaşadığı yıllar… Ahmet Hamdi TANPINAR, Mehmet KAPLAN, Ali Nihad TARLAN, Reşid Rahmetî ARAT ve diğer hocalarımı tanıdığım yıllar…
Edebiyat öğretmenliğine devam ederken Ahmet KABAKLI Hoca’nın kurduğu ve Türk Edebiyatı dergisi ailesine katılmıştım. Babamın Harputlu olması, Kabaklı Hoca’nın da Harputlu olması; beni Türk Edebiyatı Vakfı’na daha çok bağlamıştı. Şanslıydım, Türk Edebiyatı Vakfı benim için ikinci bir üniversite eğitimi olmuştu.
Devrin yazarlarını, sanatkârlarını tanıma bahtiyarlığına erişmiştim. Kabaklı Hoca’nın ev ödevi gibi verdiği konuları yazarken, birdenbire yazarlık hayatım başlamıştı.
Bir devrin en önemli dergisi olan Türk Edebiyatı dergisi yazar kadrosuna girmiştim. Öğretmenin Günlüğü sütununda öğretmenlik yaparken yaşadığım heyecanlı anları dile getiriyordum.
Bütün bu güzellikleri yaşama şansına erişen Ayla AĞABEGÜM, boş durmamalıydı. Menfaat gözetmeden yazan dev kadroların yokluğunun hüznünü yaşarken; onların düşüncelerini, heyecanlarını, duygularını, büyük Türkiye rüyalarını konuşarak, yazarak dile getirmeliydi.
Milli kültür dünyamız içinde yayımlanan gazetelerle, televizyonlarla, reklâmlarla, dizilerle; dilimiz, mûsıkîmiz, edebiyatımız, güzel sanatlarımız, ahlâki değerlerimiz yavaş yavaş yok olurken, seyretmenin ve susmanın vebâlini taşıyamazdık. Milletler maddî değerleriyle değil, mânevi değerleriyle de yaşamak zorunda. Yahya Kemal‘in;
“Bir iklimin manzarası, mimarîsi ve halkı arasında tam bir âhenk varsa, orada gözlere bir vatan görünür.” düşüncesi, hareket noktam olmuştu.
Duygularımı, heyecanlarımı, hayallerimi yazma fırsatını Yüzakı dergisinde bulduğum için de şanslıydım. Yüzakı dergisi idârî kadrosunun hayat tarzı bana İstanbul’da yaşayan beyefendileri hatırlatıyor. Yüzakı dergisinde nesirlerin yanında nazma yer verilmesi şiir geleneğimizin devamını sağlıyor.
Mısralarla konuştuğumuz zaman rûhumuz sükûn bulacak, onun için “MISRALARLA KONUŞSAK” diyorum!..
/ Ayla AĞABEGÜM – Üsküdar İstanbul