Mustafa Tokyay’ın, babasının hatıralarından derlediği hikâyenin özeti hayatımızla ilgili kararları vermemizde ve gençlere anlatırken onları da düşündüreceğimize inanıyorum. Ne yazık ki tarih kitaplarımızı ezbere bilgilerle donatırken yaşanılan duygulu hikâyeleri unutmuştuk. Anlatılan bütün hatıraların benzerleri her evde yaşanmış, ne yazık ki yazıya geçmiştir. Bunu bilmeden yetişenler elbette lükse düşkün olacak, elbet de vatan toprağının kutsallığını bilmeyecek, “özür dileyelim” yaygaralarıyla kafaları karıştıracaklardır. Bizden kim özür dileyecek?
Savaş yılları, köylerde köy meydanında toplanırlar. Anneler, babalar, kardeşler oradadır. Gelen jandarma askere gidecekleri götürecektir. Herkes sessizdir, ancak gençler gittikten sonra anneler, kardeşler sessizce ağlayacak ve boynu bükük eve döneceklerdir. Sonra mektuplar beklenir. Trene bindirilip Sarıkamış’a geldikleri yazılıdır mektupta. Mektup yüksek sesle okunur, ev halkı dinler. Bütün evlerde aynı duygular yaşanmaktadır.
Son bir cümle: “Anacığım sakın mantı suyunu zayi etme!” Son cümle askerin ne durumda olduğunu anlatan cümledir. (Yörede mantı yaparken haşlanır, o su dökülür, soğuksudan geçirilir, sonra yağda kavrulurdu.) O yıllarda Doğu Anadolu’nun bir kısmı Ruslar tarafından işgal edilmiştir. Bir kısım halk Ruslardan ve Ermenilerden kaçarak Orta Anadolu’ya gelmişlerdir. Aç ve çaresizdirler. Gıyasların evine (mektubun geldiği ev) genç bir Kürt karısı gelmiştir. Uzun boylu, kapılardan sığmaz bir kadın, açlıktan bir deri bir kemik kalmış. Tandır evinin eşiğine oturur. Mantı yapılmaktadır ev halkına ve ırgatlara… Un az olduğu için mantı, ırgatlara ve ev halkına bile yetmeyecektir. Boynu bükük Kürt kadın durumu kavramıştır, ona verilecek mantı yoktur. Boynunu bükerek “Mantının suyunu ver içeyim” der. Gıyas’ın annesinin hıçkırıkları, boğazına düğümlenir. Kürt kadına mı ağlasın, askerdeki oğluna mı!? Kürt kadın da aynı duygular içindedir. Okurken benim de hıçkırıklarım boğazıma düğümlendi. Bir öğretmen olarak bunları gençlere anlatamamıştık. Çünkü hikâyelerimizi yazamamıştık.
Bu duygular içindeyken gazetede okuduğum bir haber aklıma geldi. Eğitimciler “Tarih kitapları yenilensin” diyor. Akademisyenler Platformu Başkanı Osman Çakmak “Tüm ders kitapları ayrımcı ifadelerden, yanlış bilgilerden arındırılmalı” diyor. Mustafa Armağan “Balyan ailesinin mimari örneklerini anlatmak Osmanlı’yı küçültmez” diyor. Evet doğrudur, ancak “Anacığım, ne olur mantı suyunu zayi etme!” hatırası da anlatılırsa… Aksi halde, Doğu Anadolu’daki Rus, Ermeni işgalini ve orada Türklerin de, Kürtlerin de nasıl göç ettiklerini gençlerimiz nasıl bilecek? Bunu bilmeyenler yazar olunca, Ece Temelkuran “Ağrı’nın Derinliği”ni, Elif Şafak “Baba ve Piç” romanını yazar ve bu kitaplarda Türklerin Ermenilere yaptıkları anlatılır. Geçen sayıdaki yazıma “Huzur Sohbetleri” demiştim, bu sayıda da anlatacaklarımı anlatamadım. Gayem, padişahların tasavvuf erbabından sohbet dersleri almasıydı. Darısı devrimizin siyasilerinin başına!