Sarkozy’nin istediği oldu ve tasarı Ulusal Meclis’ten geçti. Başbakanımız Tayip Erdoğan, ortak vicdanın sesini bir mektupla duyurmuştu. Ticaret heyetleri, sivil inisiyatif temsilcileri siyasetçilerimiz Fransa’daydı. Bir yıl içinde yapmadığımız lobi faaliyetlerini, birkaç gün içine sığdırmaya çalıştık. Böyle bir tasarının varlığını geçmiş yıllardan biliyorduk. Birkaç yıl önce dergimizde Elif Şafak’ın “Baba ve Piç” ve Ece Temelkuran’ın “Ağrı’nın Derinliği” romanlarını incelemiştik. Bu romanlarda yazılanlar, Fransa Ulusal Meclisi’nden geçen tasarıyı hiç de aratmıyorlar. O yıl Köşk’te yazarlara verilen yemekte dört kişinin içinde Elif Şafak da yer almıştı. Yıllar sonra danışmanları tekrar Cumhurbaşkanımızı yanıltmış olacaklar ki, İngiltere ziyaretlerinde Elif Şafak’ın da heyetin içinde olduğunu basından okuduk. Bu konuda galiba benden başka yazan da yok. “Hak bellediğin yola yalnız gideceksin” derler…
Orhan Pamuk hususunda da söylediklerim dergi sahifeleri arasında kaldı. Frankfurt Kitap Fuarı galiba iki yıl önce Türkleri konuk etmişti. Açılış konuşmasını, Dışişlerimiz orada olduğu halde Orhan Pamuk yapmıştı. Pamuk’un yaptığı konuşma, milletimizi temsilden çok uzaktı. Üstelik bize ait bölümde Türk bayrağı bile yoktu. Ve ayrıca alt katta Kürtçe yayınların olduğu bölümde PKK’nın bayrağı asılıydı. Konuşma basında pek yer almadı, köşe yazarlarımıza da konu olmadı. Bütün bunları dergimizde dile getirmiştim.
18 Aralık Pazar günü Zaman gazetesinde çıkan Abdullah Öztürk’ün yazısı benden başkaları da konuşsun ve yazsın düşüncesini dile gelişiydi. Yazar Orhan Pamuk’un on dakikalık konuşmasını dinlemiş: “Neden insanlar biraz alkışlanıp, ödüller aldığı zaman kendi köklerine tükürmeyi marifet sanırlar? Tehlike altında olduğundan dolayı Türkiye’de yaşayamadığından başlayıp, Ermeni soykırım iddialarına kadar uçan yazarımız… Doğu kültürünün tesirleri soruluyor; yazar, ‘doğrudan hiçbir şey almadığını, Fransız ve İtalyan kültürü ile yoğrulduğunu’ anlatıyor. Elif Şafak da ‘Türkiye’de kendimi yabancı hissediyorum, Amerika’da huzurluyum’ diyordu. Bunu birde Paulo Coelho gibi genel olarak İslam kültürünün hamuruyla malzemesini yoğurarak Simyacı isimli eserini yazan bir insanın ülkesinde söylüyor…” Yazara teşekkür ediyoruz, basında gündeme gelmesi imkânsız olan bir konuyu sütununa taşımış.
Nobel almadan güzel şeyler mi söylüyordu? O tarihlerde söylediklerini kimse anlamak istememişti. “Kestiğimiz” Kürtlerden söz ediyordu. Banu Avar’ın TRT’deki “Sınırlar Ötesi” programında, ülkenin Kültür Bakanı “Nobel”in “siyasi bir ödül” olduğunu söylemişti.
Bugünün genç yazarları, programcıları kendilerini “akil adam” kabul ediyorlar ve her konuda konuşuyorlar. Acaba “Ben Türk’üm” diyenler, bunu hangi anlamda söylüyor? Bunu söyleyenler geçmişe ışınlanmalı mı?
Geçmişe veya geleceğe nasıl ışınlanır?
Ben onların da sevdiği ve sonra da unuttuğu abide şahsiyetlerin düşünceleriyle, mısralarıyla seslensem: “Irkın seni iklimine benzer yaratırken/ Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış/ Tarihini aksettirebilsin diye çehren,/ Kaç fatihin altın kanı mermerle karışmış…” mısralarda Yahya Kemal, ırkı kan, renk ve kafa yapısında arayanlardan değil. Ona göre ırk, “bir vatan üzerinde yaşanılmış tarihin verimidir, coğrafi bir oluştur”. “Türklük, Anadolu’ya gelmiş bir imparatorluk çağında Anadolu ve Rumeli iklimine uymuş yeni bir sentezden bir millet doğmuştu” diyor Ahmet Kabaklı…
Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde Türk mimarisine hayranlığını ifade eder. “En güzel mâbedi olsun diye en son dinin/ Budur öz şek-li hayal ettiği mimarinin”/ Ulu mâbed seni ancak bu sabah anlıyorum/ Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum…” mısraları, güzel sanatlara milliyetçiliğin en güzel aksetmesidir. Usta kimdir, Türk müydü diye düşünüyor musunuz? Güzel ama Mimar Sinan’ın milliyetini sorgulamak aklımıza bile gelmiyor.
Musikinin birleştirici unsurunda bütünleşirken beste ve güfte yapanın milliyetini sorguluyor muyuz? “Çok insan anlayamaz eski musikimizden/ Ve o andan anlamayan bir şey anlamaz bizden.” Biz, derken, milliyet ayırımı yapıyor mu? Yapamaz… En güzel beste ve güfte üstadlarına,“Türk bestekârları” denmiştir.
Vatanı tarif ederken “Ne bir feylesofun fikridir, ne bir şairin duygusu. Vatan gerçek ve hakiki bir yerdir. Onun maddesini, her halini sevenler, vatanı sevebilir…” Örnekleri çoğaltabiliriz… 17 Haziran Cumartesi günü Üsküdar İrfan Otağı Derneği’nde Kerkük Türkleri Derneği Sekreteri Kemal Beyatlı konuştu: “Bu şehirde bulutlar yorgun olmaz/ Bu şehirde gizlenecek bir şey yok/ Bu şehirde gece gündüz fark etmez/ Bu şehir hep barut kokar/ Bulutların rengi değişir…” Ve devam etti: “Saddam zulmü bizi ezemedi, biz türkülerimizle benliğimizi koruduk.” Sonunda duygularımı sordular, tek cümleyle özetledim: “Biz demokrasinin içinde türkülerimizi, marşlarımızı, abide şahsiyetlerimizi unuttuk.” Türkülerimizin ustası Muzaffer Sarısözen de “Türkülerimizin söylenmediği yerler vatan olmaktan çıkar” diyordu.
Bilhassa muhafazakâr kesimin medyasının yazarlarına ve konuşmacılarına çok sevdikleri Akif ’in düşünceleriyle, mısralarıyla seslenelim, geçmişe veya geleceğe beraber nasıl ışınlanacağımızı görelim… Zaman tünelinden benim gibi düşünenleri geçmişe ışınlamak isteyen Şenol Özbek kardeşime ve onun gibi düşünen yazar ve konuşmacılara Akif ’in dilinden sesleniyorum: Şiirlerinde yazılarında ve hayatında Türk, İslam ve Batı değerlerini üzerinde toplayan insandır. Safahat’ı yeniden bu gözle okuyalım… “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.” Milleti düşünürken bir tanım yapıyor, bu tanımın içinde ırk yoktur, İslam ülküsü vardır. Var olmayı hak sayan, çalışmayı vazife telakki eden, var olmayı çalışmayla elde eden varlıktır. Hayat felsefesi “çalışma, gayret, azim ve ümit”tir. Tembellik ve karamsarlık onun lügatinde yoktur. “Nedir üç dört alın bir yurdun aynından boşalsın ter/ Çalışmanın bittiği, olmadığı yerde yokluk başlar…” Devamını Safahat’ı yeniden okuyarak söyleyebiliriz.