Her gün yeni bir gündemle uyanıyor, bir önceki hafta bizi üzen ve düşündüren haberleri unutuyoruz. Bu hıza dayanamayanların sağlığı bozuluyor. İktidarıyla, muhalefetiyle, halkıyla bağıran, yumruklaşan, silaha sarılan insanlar… Gücü gücüne yeten ilkesi hayat felsefemiz oldu. Dilde İslâmi kavramlar artıyor, ayetlerle, hadislerle, tasavvuf ehlinin sözleriyle, mısralarıyla örnekler veriliyor. İslâmi inancımız yüreklerde azaldıkça şiddet artıyor, hırsımız uğruna sevgi ve acıma duygularımız azalıyor. Canlı cansız bütün farklılıkların Allah’ı zikrettiğini söyleyen dilimiz, gönlümüz değil cansız varlıklara, canlı varlıklara, insana bile acımıyor. Acıma duygumuz bile menfaat hesapları içinde. Bu hesaplar içinde hayra vesile olacak işlerin, davranışların, projelerin sayısı da azalıyor.
Tahlil sonuçlarını öğrenmek için giden hastaya doktor rahatlıkla, “Kanser bütün organlarını sarmış, üç ay bile yaşamazsınız” diyebiliyor. Doktorun gözünde bir üzüntü ifadesi bile yoktur. O hastanın ve ailesinin durumunu düşünelim. Hasta hepimizin yakını olabilir. Bu konu gündemimizde bile olmuyor. Oysa böyle bir haber hastaya nasıl söylenir, tıp fakültesinden mezun olurken bilmem anlatılıyor mu? Gündemimizde olursa, sağlık bakanlığının dikkatini çekecek insanî eğitim seminerleri yapılacaktır.
Pozantı cezaevinde mahkûm olan çocuklara reva görülen şerefsizce, haysiyetsizce yapılan ahlaksızlıklar ve çocukların kendi aralarındaki ahlaksızları duyulunca, cezaevi boşaltıldı, mahkumlar Ankara’da Sincan cezaevine götürüldü. Kovuşturma yapılıyor, suçlular cezalandırılacaktır deniyor. Aileler, Ankara çok uzak, çocuklarımızı nasıl göreceğiz diye ağlıyor. Suçluların cezalandırılması, cezaevinin boşaltılması, günü kurtarmaktır. Bir başka gün, bir başka yerde benzer olaylar geçmişte yaşanmıştı, gelecekte de yaşanacaktır. Bu olayların, inancımı yaşıyorum, diyenlerin çoğunlukta olduğu bir iktidar devrinde olması daha da acıdır. Yaşlıların bulunduğu evlerde, çocuk yuvalarında kimsesizler yurtlarında, cezaevlerinde olan olayların sorumlusu, yalnız kuruluşun başında olanlar olmamalıdır. Denetim, yalnızca Ankara’dan gelen müfettişlerle sağlanamaz. Yörenin valileri, kaymakamları, milletvekilleri (vakitli vakitsiz denetim demeyelim rahatsız edici olur) ziyaretler yapmalı, kuruluşta olanlarla görüşmeli, kuruluş müdürünün dertleri dinlenmeli ve tespitler rapor halinde ilgili yerlere gönderilmelidir. Yörenin mülki amirlerinin desteğiyle sivil toplum kuruluşlarıyla, maddi manevi eğitim sağlanmalıdır. Sivil toplumların içinde yaptığımızı projelerle olumlu sonuçlar alan bir gönül eri olarak söylüyorum. Ateş düştüğü yeri değil, her duyanın yüreğini yakmalı.
Mart ayı içinde bir grup milletvekili Malatya Kürecik’te kurulan füze savunma sisteminin olduğu Çarşak tepesine gittiler. Jandarma üsse 200 metre kala durduruyor. Malatya valisinin izniyle üssün girişine karda yürüyebiliyorlar. Üsse giremeseler de NATO bayrağının indirilip, Türk bayrağının asılmasına şahit oluyorlar. Gazetelerin birinde yer alan bir köşe haberidir. “Bayrak” hürriyetin sembolüdür. Bunun farkına varamayan basına ne demeli!?
83 yaşındaki Saadet Berna öğretmeni televizyonda izliyoruz? Dünya sağlık örgütü sağlıklı olarak 83 yaşında olan bir Saadet öğretmenin sırrını anlamaya çalışıyor. Onun özel bir formülü yoktur. Evdeki işini kendi görüyor. Özel bir yemek listesi yok. Dikkatli ve az yiyor. Çantasından bir bayrak çıkardı, üst kısmına mavi boncuklar işlemiş, her boncuğun bir anlamı var. Maaşından başka geliri yok. “Ben zenginim” diyor. “Çünkü benim bayrağım var, güzel bir dilim var, uçsuz bucaksız topraklarım, dağlarım, denizlerim, akarsularım, madenlerim, ordum, geleneklerim, göreneklerim, genç nüfusum, Atatürk gibi korumalarla dolaşmayan bir kumandanım var…” Varları sıralarken olması gerekenler için hayalleri ve duaları var. “Yeraltı ve yerüstü zenginliklerim benim olmalı, benim gençlerim çok çalışmalı. Türkçe dünya dilleri arasında en çok konuşulan dil olarak yerini almalı… Bütün bu zenginlikler benim oldukça ben mutluyum, benim zengin olmama gerek var mı?” Bu cümleyi, var olan zenginliğin ülke yararına kullanması anlamında söylüyor. “Hâlâ çok konuşuyorum, okullarda konferanslar veriyorum. Çok okuyor ve öğrenmeye çalışıyorum.” Bir hatırasını anlattı. Hatıra, eğitimde metodun en güzel örneğiydi. Okul bahçesini yeşillendirirler. Çocuklara çiçekleri koparmayın, fidanlara dikkat edin deseler de arada yaramazlar dinlemezler. Ertesi yıl fidanları ve çiçekleri çocuklarla beraber ekerler, sularlar. Yaramaz çocuklar bile fidanlara dokunmaz.
4+4+4 eğitim formülünün kavgaları içinde boğulmaya başladık, dershanelerin kapanması gündemiyle devam ediyoruz, yarın belki de bir başka eğitim haberi gelecek. Küçüklüğümde oyuncakların az olduğu günlerde Ankara’dan gelen bir akraba oynamam için bir cambaz getirmişti, çok sevinmiştim. Annem ve babam sorduğum soruya cevap vermek istemedikleri zaman cambazı çevirir, sonra “Cambaza bak” derlerdi, inanır soruyu unuturdum. Bir süre sonra kandırıldığımı anlamıştım, onlar cambaza bak dediklerinde bakmıyordum. Oysa biz büyükler hâlâ uyanamıyoruz. Fazla lafa gerek yok, eğitimde formül “Berna öğretmenleri nasıl yetiştiririz?” olmalıdır.
Kışın dayanılmaz soğuk günlerinde bile kaloriferli evlerde mışıl mışıl uyurken Van’da çadırlarda kalan insanlar üşüyor, hasta oluyor, çadırlar yanıyor, çadırlarla beraber çocuklar da yanıyordu. Diğer taraftan Suriye ateş çemberi içindeydi, binlerce mülteci sınırdan geliyor, çadırlara ve konteynerlere yerleşiyor… Bütün kış onlardan ses çıkmadı, onların çadırları soğuğu geçirmiyordu ve yanmıyordu. Biz misafirperver bir ülkeydik, onları en iyi şekilde ağırlamalıydık. Diğer İslam ülkeleri, Amerika, NATO onlar niye maddi manevi yardımın içinde değildi? Aynı soğuk gecelerde üç nüfuslu, kirada oturan öğretmenim, kalorifer yakmadan yatağa giriyor, kafasına bere, üstüne hırka, ayağına patik giyerek yatıyor, kimse bunu hissetmiyor, basına konu bile olmuyordu. Çünkü ateş düştüğü yeri yakıyordu ve biz sıcak evlerimizde mışıl mışıl uyuyorduk…
Gece geç saatlerde bir programı uykulu gözlerle seyrederken birden bire uyanıyorum. Hayalimdeki projelerden birini Van’da bir beyefendi gerçekleştirmiş. Altı yedi sene önce bir kilim tezgâhı kuruyor. Okuldan ayrılan, maddi bir takım zorluklarla okula gidemeyen genç kızları bu tezgâhta çalıştırıyor. Dokumayı öğrenen sonra da para kazanan kızlar memnundur. Bugüne kadar 600’ünüstünde genç kız bu tezgâhlarda eğitimden geçmiş. Hepsi güler yüzlü, hayata pırıl pırıl gözleriyle bakarken, çevreye umut saçıyorlar. “Ailelerimizle daha iyi ilişkiler kurduk, biz burada yalnız dokumayı değil, konuşmayı, dertleşmeyi, meramımızı anlatmayı, sevgiyi, saygıyı da öğrendik. Ailelerimiz bizi istemeden evlendirmeyecekler artık…” diyorlar. Çevredeki bitkilerden doğal boya yapıyorlar. Çalışmaları müşterek. Bunlar, yıllardır bütün bölgelerimiz için heyecanla anlattığım konulardır. Evet, kadınlarımızın eline yünü verip atkı bile olsa örmelerini sağlayıp onları satın alsaydık, gençler 10 lira için dağa çıkmayacaktı. Uludere’de olanlar,10 liralık kazanç için dağa tırmanıp, kaçakçılık yapmayacaklardı.