1940 yılında Bilecik’te doğdu… İlk ve ortaokulu Bilecik’te, liseyi ise babasının memleketi Elazığ’da okudu. Liseyi bitirdikten sonra doktor olmak istemesine karşın Edebiyatı tercih etti. Tıpkı doktorluk gibi öğretmenlik mesleğinin de ‘insana hizmet’ anlamına geldiğini düşündüğünden tercihini bu yönde kullandı. Liseyi bitirdiği dönemde babasını kaybetti. Ne yazık ki aynı yıl İstanbullu olan anneannesini kaybetmenin üzüntüsünü de yaşadı. Annesi ile birlikte Elazığ’dan İstanbul’a gelerek Üsküdar’a yerleşti. Sık sık İstanbul’a gelen babasından dinlediği İstanbul hikâyeleri ile büyümüştü… Hayalindeki İstanbul ile tanışınca babasının yokluğunu daha fazla hissetti. 1967 yılında İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Öğretmenliğinin adresi, ilk atamasının da yapıldığı Adana şehri oldu.
“Fakülte yıllarımda Ahmet Kabaklı Vakfı’na sık sık gidip gelirdim. Sivil Toplum kuruluşlarına katılırdım. Türk Edebiyatı Vakfı’na da sık giderdim. Orada devrin önemli isimleriyle tanıştım. Bugün hâlâ birçok gönüllü ku- ruluşta görevim var.” diyor Ağabegüm.
Ayla Ağabegüm Elazığ’daki çocukluk yıllarına dair hatırladıklarını şöyle anlatıyor: “Çocukluk yıllarımda ailemizde öğretmen çoktu. Fazla çocuk da yoktu; büyüklerin arasında büyük gibi yaşadım. Yıllar sonra anladım ki öğretmen ailede yetişmem beni erken olgunlaştırdı. Babam bana Rıza Tevfik’ten Yunus Emre’den şiirler okurdu. Annem de şiiri severdi. İlkokul öğretmenimi hatırlıyorum da; piyano çalardı. Demek ki öğretmenim de seçkin bir öğretmenmiş… Tabi bunu yıllar geçince anlıyorsunuz. Devrin Elazığ’ında fazla okumuş yazmış insan yoktu ama az da olsa kitap okurlardı… Sözlü kültürden yazılı kültüre geçtik günümüzde… Bazen beraber olduğumuz kişilere bakıyorum da, şiir bilmiyorlar… Ama eskiden insanlar bilirdi bunları…”
“Ailem, Nazım Hikmet sevmezdi belki ama ben okuduğumda eve gelip söylediğimde tepki aldığımı hatırlamıyorum. Okul çağımda edebiyatı seven bir grup olarak erkenden okula gider, öğretmenimizle ders yapardık. Divan Edebiyatı mesela… Bir kitap belirlerdik, para biriktirir alırdık. Bütün arkadaşlar okurdu. Sonra tartışırdık sınıfta. Okulumuzun kütüphanesi vardı. Okulun kütüphanesinin olması çok etkili oldu yetişmemde. Lise yıllarımızda Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” oyununu sahnelemiştik okulda. Hatta Necip Fazıl seyretmeye gelmişti.”
İstanbul’a üniversite okumak için gelen Ayla Ağabegüm, gençlik yılların- daki Üsküdar’da komşuluk ilişkilerinden mahalle yaşantısına kadar her şeyin bir doğallık içerisinde olduğunu, zamanla ahşap samimi evlerin yerini beton evlerin aldığını, insanların da birbirlerinden giderek uzaklaştığını söylüyor.
“İstanbul’a üniversite okumak için geldim. Üsküdar Çiçekçi’de anneannemin ahşap bir evi vardı. Yıllar sonra eskidi. Apartman dairesine yerleştik sonra. O zamanın Üsküdar’ı çok güzeldi. Bahçeli evler, renk renk çiçekler vardı. Akasyalar leylaklar, salkımlı ağaçlar… Güller… Sokakta yürüdüğünüzde denizi görürdünüz.
Gelir seviyesi ya da kültür seviyesi farklı olsa da insanlar birlikte otururdu. Sokak kültürü vardı. Göç almaya başlayınca evler yetmemeye başladı. 3-4 katlı evler vardı. Ahşap evler yıkılıp yerlerine beton evler yapılmaya başlandı. Ama tabi bu arada bahçeler de gitti… Tek düze apartmanlar oldu. Göze hoş gelmeyen apartmanlardı. Hayat kolaylaştı ama iş işten geçmişti… Ama Üsküdar değişimde şanslıdır. Çok hızlı bir dönüşüm olmadı. Komşuluk ilişkileri hâlâ bazı yerlerde devam etmektedir.”
Eski İstanbul halkının güzelliğini anlatan bir hikâyeyi şöyle aktarıyor Ağabegüm: “Beşiktaş’ta yaşayan zamanın tanınmış bir din âliminin kızı olan Hikmet Öğüt anlatmıştı… Hava soğuk. Dışarıdan bozacının sesi geliyor… Hikmet anne diyor ki kızına, boza al kızım. Kızı üşeniyor merdiven- lerden inecek… Zor geliyor… Evde boza var anne diyor. Anne 2 kez daha boza al kızım diyor. Kızı tekrarlayınca aynı cevabı, anne bu kez diyor ki; boza var da, bakalım bozacının bu akşam parası var mı? Bu anlayışlar kalmadı artık.”
Üsküdar Size Yakın Geliyor
“Anadolu’dan geldiğiniz zaman Üsküdar size yakın geliyor. Çünkü hangi şehirden gelmişseniz oradaymış gibi yaşıyorsunuz. Manevi havası insana huzur veriyor. Deniz ayrı bir güzellik… Siz Üsküdar’da güzelliği paranız olsa da olmasa da yaşarsınız. Semtlerin bu güzelliğini ruhumuzda his- sedemiyoruz ne yazık ki. Günlük hayat da, televizyon da çok etkiliyor bu durumu. İnsan dinlenmesini de bilmiyor.”
Ömrünü gençlerin eğitimine harcayan Ayla Ağabegüm çocukların eğitiminde anne ve babaların büyük önem arz ettiğini belirtiyor: “Çalışan anne ve babanın yapması gereken en azından akşam eve geldiklerinde çocuklarına vakit ayırmaları… Annenin beslenme kaynağı çok önemli. Anne ne ile besleniyorsa çocuk da onu alıyor. Anne kitap okuyorsa çocuk da kitap okuyor. Anne dizi izliyorsa çocuk da bununla besleniyor. Sevgi ile büyüyen çocuk büyüdüğünde yine sevgi verir. Yunus Emre’nin dediği gibi; -Ben gelmedim dava için, benim işim sevgi için.”
Çanakkale Zaferi Kutlanmaya Başlandı
Vatan ve millet sevgisinin çocukluk yıllarında verilmesi gerektiğini belirten Ayla Ağabegüm 18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü ile ilgili çok önemli bir bilgiyi şöyle paylaşıyor: “Ben öğretmenliğim boyunca derslerimde yalnızca ders vermek yerine çocukların eğitimine tümden önem verdim. Bir 18 Mart günü sınıfa girdim, ‘Bugün, 18 Mart Çanakkale Zaferi ile ilgili konuşalım’ dedim. Baktım bir öğrenci ‘Biz o konuya gelmedik öğretmenim’ dedi. Bir önceki ders Tarih idi. Deftere baktım hiç bahsedilmemiş. Çıkarın dedim kalemleri kâğıtları, sınav yapacağım. Öğrenciler döktürmüş… Sistemin hiç mi suçu yok… Bakanlığın hiç mi suçu yok falan diye… Her biri ayrı şeyler yazmış. Sonra ben bu kâğıtlardan bir mektup oluşturdum. Ahmet Kabaklı Hoca ile tanışıklığım olduğu için Tercüman gazetesinde yazıyordu o zaman, ona gönderdim. Köşesinde yer verdi bu konuya, çocukların yazdıklarını da yayınladı. Bu yazı bakan- lığı harekete geçirdi. O günden sonra Çanakkale Zaferi’nin kutlanması gerektiğine karar verildi. Vatanını milletini seven idareciler yetiştirmek lazım, siyasiler ve öğretmenler…”
Çocukların Eline Saz Verin
Ağabegüm, “Bırakın fen’i, matematiği, çocukların eline bir saz verelim” diyor ve başarının sanatla geleceğine dikkat çekiyor.
“Muzaffer Sarısözen’in güzel bir sözü vardır, ‘Türkülerin söylenmediği yer vatan değildir.’ diye… İşte böyle; bırakın fen’i, matematiği, çocukların eline bir saz verelim… Yani çocuklar eğitimlerini alırken mutlaka bir sanat dalı ile uğraşsınlar… Bir de çocuklara yaklaşırken gözlerinin içine baktığınızda her birine ayrı şeyler söyleyebilmek önemlidir. Mesela İstanbul’dan gelen birkaç öğretmenimiz Anadolu’yu cezaevi gibi görerek, lütfen ders anlatırlardı. Ben de her şeyi kabul etmeyen bir öğrenciydim. O tarz öğretmenlerle sessiz bir kavga içindeydim. Bir gün ne yapmışsam artık, matematik öğretmenim babamı çağırmış. Ne yaptın dedi babam. Şaşırmıştı… Çünkü öğretmen, ‘sizin kızınız mı?’ demiş babama. Olamaz demiş… Anlayacağınız haksızlığa tahammülüm hiçbir zaman olmadı.”